Boylu boyunca uzanmıştı kumlara. Elinde geceden de kara küçük
bir karga ile gökyüzüne bakıyordu. Bir taraftan karganın
tüylerini okşayıp bir taraftan da yıldızları izliyordu.
Yıldızlar
da tıpkı insanlar gibi diye geçirdi içinden. Nasıl ki yıldızlar
bir araya gelip de galaksileri oluşturuyorsa insanlar da bir araya
gelerek aileleri oluşturuyordu.
“Aile”
diye fısıldayıp bir kahkaha patlattı. Tüylerinin okşanmasıyla
iyice mayışan karga kahkaha sesiyle irkilip en az kahkaha kadar gür
bir sesle gakladı. Karganın gaklamasıyla gagasına inen şaplağın
şiddetini hissetmesi bir oldu. Karga sindi, yeniden sessizliğe
büründü.
“Aile”
dedi yeniden, ne garip bir kavramdı şu aile kavramı. Kendi
babasının tecavüzüne uğrayan ve artık orta yaşlarına gelmiş
bir adam olarak hiç inanmıyordu aile kavramının kutsal bir kavram
olduğuna.
Henüz
Adana’dan İstanbul’a göç etmemişlerdi babasının onu
okşamaları başladığında. Anlam verememişti önce, çekinmişti
de. Ahh şimdiki aklı olsaydı...
Şimdiki
aklı olsaydı ona dokunduğu an döner bıçağını saplardı
ciğerine. Ciğersiz adam...
O
bunları düşünürken karga yine gaklamaya başlamıştı acı acı.
Yeniden bir şaplak patlattı ve o an gökyüzüne doğru bir tüy
süzülüverdi parmaklarının arasından. Tüyü izlemeye başladı.
Rüzgarın etkisiyle süzülüyordu yıldızlara doğru. İşte bu
anı çok seviyordu, yıldızlara ulaşmaya çalışan o tüyü
izlemek ona hiç elde edemediği özgürlük hissini veriyordu.
Adananın
taşlı yollarından İstanbul’a ulaşmaya çalıştıkları
yolculuğu anımsadı. Tam da o gün kaybetmişti özgürlüğünü,
bir daha hiç elde edememek üzere kaybetmişti üstelik.
Nereye
giderse gitsin, kaç karga tüyünü gökyüzüne salarsa salsın bir
türlü özgür olamadı yeniden. Kendini o kapandan kurtaramadı
hiçbir zaman.
Ve bir
tüy daha...
Ulaşabilseydi
yıldızlara belki kurtulabilirdi bu esaretten. O malum yolculukta
babasının kucağında can çekişirken gördüğü tek şey
yıldızlardı. Belki de o yüzden bu kadar düşkündü yıldızlara,
astronomiye.
Biliyordu
hiçbir zaman iyileşemeyeceğini, biliyordu hiçbir zaman kaybettiği
o insanlığa yeniden ulaşamayacağını. İşte bu yüzdendi tüm
bu karamsarlığı, işte bu yüzdendi bu koca karanlığın içinde
parıl parıl parlayan yıldızlara olan aşkı.
Aşk...
Yıldızlar
kadar parlak gözleri olan o kadın... Hiçbir zaman ulaşamayacağı
bir ütopyaydı onun için. Yapamazdı. Biliyordu, yapamayacağını.
Gidemezdi ona. Kendi esaretinin içinde onu da esir edemezdi.
Ama ya
gidebilseydi? Ama ya yapabilseydi? Nasıl olurdu? Ne olurdu?
Bunları
düşündüğü an dudaklarından bir inleme sesi süzüldü inceden
inceye. Derin bir nefes aldı. Tam almış olduğu nefesi geri
verecekken duydu o sesi; “iyi misiniz” diye soruyordu yıldız
gözlü. Veremedi aldığı nefesi. Öylece kalakaldı.
Yıldız
yıldız parlayan gözleriyle ona bakıyordu. Oysa kıpırdayamıyordu
bile. Yoksa bu bir işaret miydi? Sahiden olur muydu? Nasıl olurdu
ki...
Yüreğine sağlık çok güzel ve etkileyici bir yazı olmuş..
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim :)
Silgüzel ve etkileyiciydi...
YanıtlaSilTeşekkür ederim güzel yorumun için. Tam da senin dün yazdığın yazı okuduktan sonra bu yorumu görmek çok hoşuma gitti :)
SilFaklı paragraflarda farklı mesajlar veren bu yazı çok etkileyici..kalemine saglik
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim :)
Silyaaaaa sen yazıyon bayağı yaaaa artıııık. öykülerin en güzel yazıların olduuuu :)
YanıtlaSilYaa sahiden mi? Böyle yorumlar alınca çok seviniyorum. :)
Sil